Okuduğum kitabı dikkatle inceliyor. ‘Do you know this author?’ diyorum. ‘Yeah i know’ diyor.Bilmiyor,biliyorum..
Rotterdam biniş,Paris inişli iki katlı bir tur otobüsündeyiz.İhtiyaç molası zamanlarının çeşitli yer ve zamanlarında,elimdeki çakmağı yere attıktan sonra ‘Hassiktir’ diyerek,tepkileri ölçtüğüm için,yolcular arasında benden başka Türk olmadığına eminim.Bu durumun getirdiği rahatlıkla,kitabı elinden alıp ‘Nereye biliyon,bok biliyon’ diyorum.Gülüyor.Cins bir gülüşü var.Oturduğum koltuğun bayan yanı sıfatlı olmasının hakkını veremiyor.Ben gülmüyorum,önüme dönüyorum.Devasa Sennheiser kulaklığını takarak Rihanna dinlemeye devam ediyor.
Hollandalı otobüs şoförü anadilinde anons yapmaya başlıyor ve kıza işim düşüyor.Omzunu dürterek,kulaklığını çıkarttırıp ‘What does he say?’ diyorum.‘Not heard’ diyor.‘Hay amına koyayım senin’ diyorum.
Paris’in İstanbul,Louvre meydanının Taksim olduğunu varsayarsak,göt oğlanı şoför bizi Beylikdüzünde bırakıyor.Otobüsten iner inmez uzak doğulu gezegendaşlarımız,sağı solu fotoğraflamaya başlıyor.Fotoğraf karelerinde gözükmemek adına çekildiğim her nokta,işe yaramaz hale geliyor.Nereye geçsem orayı da çeken biri mutlaka çıkıyor.Tek dizini yere koyarak,sağ eliyle bana doğru duran objektifini ayarlamaya çalışan birinin,deklanşöre basmasını ‘Lan bi siktir git’ diyerek engelliyorum.Tepkimi anlamlandırıyor,çekiliyor.Herkes sırayla otobüsün bagajındaki eşyalarını almayı beklerken,bayan yanı koltuğumun ‘yan’ı,yanıma doğru geliyor.40-
Bilet gişesinin ardındaki kadına ‘Can i get a daily ticket’ diyorum.Suratıma bakıp,Fransızca konuşuyor.‘Anlıyonda,anlamamazlıktan geliyon dimi zilli seni’ diyorum.Fransızcasının ses tonunu yükseltiyor.Karşılık verip ‘tikıt amına koyayım tikıt’ diyorum.Eline bir post-it alıp ‘26 ?’ yazıyor.‘Ne? tiventi six yuromu,al şurdan’ deyip 30 euro uzatıyorum.Üfflüyor.Baş parmağıyla,sessiz sinemadaki yerli mi-yabancı mı işaretini yapıyor. ‘ay em tiventi yiırs old amına koyayım,altı üstü bi eyç diycen lan’ diyerek,pasaportumu uzatıyorum.bileti veriyor.
Parisi bir gece önceden google maps’in street view programı yardımıyla çalıştığım için,Louvre’u,kaba inşaatını ben yapmışım gibi,elimle koymuş gibi buluyorum.Sabahın çok erken bir saati olduğu için henüz kapalı olan Louvre’un girişinde,tek başıma oturup bir sigara yakıyorum.‘Ulan şimdi sion tarikatınden biri çıkıp da ‘ne geziyon lan bu saatte burda’ der’ düşüncesiyle,‘Sittiret sonra gelirim yine’ deyip kalkıyorum.
Nehrin karşı tarafına geçip,gitmek için,yine önceden üzerinde internetten çalıştığım Fransız patisserielerinden birini bulmaya çalışıyorum.onu da neredeyse hiç aramadan bulup,kapının girişindeki,garson olmasa Clémence Poésy sanacağım kıza,‘selamın aleyküm’ diyerek içeri giriyorum.İçerideki garson kızın ‘Bienvenue’ diyerek beni boş bir masaya yönlendirmesine,‘Hoşbulduk canım sağol’ diyorum.Ceketimi çıkarıp sandalyenin arkasına asıyorum.Garson kız peşime geliyor.Ceketi alıp,kapı girişindeki askılığa asıyor ve yanıma tekrar geliyor.Tamamı Fransızca menünün içinden croissant yazan menülerden birini seçip ‘I want this breakfast’ diyorum.Yine anadilde cevaplar alıp,anlamıyorum.‘Hay sizin dilinizi,siktir git ne getiriyosan getir’ diyorum.Gerçekten gidiyor ve şahane bir kahvaltı getiriyor önüme.
Yan masada elindeki moleskine’e kırmızı mürekkepli Mont Blanc kalemiyle,dışarıyı gözlemleyerek yazı yazan kadife ceketliye gözüm ilişiyor.‘Sanırım şu an yanımda Fransız edebiyatının ünlü bir yazarı oturuyor’ diye düşünüyorum.‘Dize yazıyor galiba,şair mi lan bu?’ diye düşünüp,kaba etimle sandalye arasındaki mesafeyi açarak yazdıklarına daha yakından bakmaya yeltendiğimi fark edince,mimikleriyle rahatsız olduğunu belli ediyor.‘Ulan pezevenk yüz elli sene önce yaşasan,lise 2de sınav sorumdun,şimdi yanımdasın,artisliğin kime?’ diyorum.‘Sikerler’ deyip önüme dönüyorum.
Arkamı dönüp garson kıza ‘Bi çay daha alayım’ işareti yaparken,bir buçuk metre boylarında,Pixar stüdyolarından çıkma karakterlere benzeyen,sevimli bir kızın,gözlerini kısarak beni izlediğini fark ediyorum.Düzenli aralıklarla arkama her dönüşümde,bakışlarındaki keskinlik artıyor.Mahsustan askılıktaki ceketime doğru ilerleyerek,yakınlaşıp,masasındakileri ve kıyafetlerini inceleyerek,karakter tahlili yapmak istiyorum.Kent sigarası,Zipposu,fotoğraf makinesi ve İngilizce Paris guide masada duruyor.Boş sandalyeye sırt çantasını koymuş.Kıyafetlerindeki kumaş kullanımının azlığı,el ve ayak bileklerindeki dövmelerini ifşa ediyor.Çayını şekersiz içiyor.Askılığa gidiş gelişim süresince gözünü üzerimden ayırmıyor.Norveçli bir interrail turisti olduğuna kanaat getiriyorum.Hesabı ödemek için kasaya ilerliyorum.Kasadaki orta yaşlı kadına ‘Nedir günahımız?’ diyorum.Cüzdanımın elimde oluşu,söylediklerimin tercümesini kendiliğinden yapıyor.Birden Norveçli ayaklanıyor.Ben hesabı ödedikten sonra,kasaya o geliyor.Ceketimi alıp çıkıyorum.Arkamdan ‘Monsieur’ diye sesleniliyor. ‘Aha Norveçli peşime geliyor’ diyerek dönüyorum.Elindeki kağıt 5 euro ile garson kız geliyor.Parayı vermeye çalışıyor. ‘Al bacım o senin hakkın’ diyorum.almıyor. ‘tip o tip,sok cebine’ diyorum.Yine almıyor.İçeri girip,parayı bahşiş kutusuna atınca,evrensel bir rahatlık yaşanıyor.Tekrar dışarıya çıktığımda,Norveçlinin köprüye doğru ilerlediğini görüyorum,peşinden gitmiyorum.
Karşıdan karşıya geçmek için,frankafon bir güruhla ışıklarda bekliyorum.Yanımdaki,sarı atletli,çok kısa şortlu,hafta sonu koşusu yapan,orta yaşlı lavuk,durduğu yerde temposunu kaybetmemek için yalancı koşu yapıyor.Henüz yeşil ışık yanmamasına rağmen,araçların seyrekleşmesinden faydalanmak isteyerek,hızla gelen arabayı görmeyip,karşıya geçmeye çalışıyor.Seri bir hareketle kolumu önüne koyup ‘Napıyosun lan yarraam,görmüyomusun ışık yanıyo’ diyorum.gülüyor. ‘Vous avez raison’ diyor. ‘Dalyarraa bak,bide sırıtıyo,bi dur yerinde,şu elini ayağını oynatma’ diyorum.Yalancı koşusuna ve bana bakarak gülmesine devam ediyor.
Gün ilerledikçe,asabi tavrım ve ‘ulan zaten İngilizceye cevap vermiyorlar,ne kasıyorum ki’ diyerek rahat rahat Türkçe konuşmalarım bana keyif vermeye başlıyor.İşi iyice tiyatroya vurup,önüme gelene küfürler yağdırıyorum.bu,bir çeşit hayvanlık,görgüsüzlük,terbiyesizlik olarak değerlendirilebilir.Ama değil.Bir rahatlama terapisi olarak adlandırmalı.İstanbulda gezen bir Fransız da,Sultanahmet Meydanında sağa sola ‘Fils de pute’ diyor olabilir. ‘Doğru konuş lan’ demeden önce,bu durumu dikkate almak gerekir.
George V’dan Champs-élysées’ye doğru çıkarken,sigara yakmak için duruyorum.birisi ‘Hi’ diyor.Dönüyorum ve bana doğru sallanan dövmeli bir el görüyorum.Norveçli bu.Selam veriyorum.Gülüyor.Nereli olduğumu soruyor? ‘Do you think?’ diyorum.İlk denemesinde başarılı oluyor.Yaklaşık bir aydır bu denemeyi yapan,çeşitli milletlerdeki insanlar içinde bunu başaran ilk insan. ‘Are you norwegian?’ diyorum.Önce gülüyor,sonra tebrik edip elimi sıkıyor. ‘My estimates be successfull’ diyorum.Gülüyor.Hep gülüyor.
İsminin Linn olduğunu söylüyor.Tatilini Almanya da geçiriyor ve buraya günübirlik gelmiş.Disney Norway’de çalışıyor.Gidişat,günün geri kalan kısmını birlikte geçireceğimizi işaret ediyor.‘Bir bahane bulur kaçarım yanından birazdan’ diye düşünüyorum.Birlikte Champs-élyées’de bir restorana oturuyoruz.Anadilde menü yine başıma bela oluyor.Sesli sesli ‘Sikicem böyle işi’ diyorum.Linn anlıyormuş gibi gülüyor.Diyorum ya,hep gülüyor.Önüme gelen mix grill’in içindekilerin birinden huylanıyorum.Garsonu çağırıp ‘Is this pork?’ diye soruyorum.Değil anlamında işaretler yapıyor. ‘Helal yani’ deyip,ağzıma atıyorum.Beş dakika sonra aynı garson gelip,biraz önce yediğim şeyin domuz olduğunu anlatıyor. ‘Amına koyayım senin’ diyorum.Önemli bir problem olup olmayacağını soruyor. ‘Siktir git lan şurdan’ diyorum..Geri kalanını,bıçak ve çatalın arasına sıkıştırıp,Linn’in tabağına koyuyorum. ‘Al sen ye,bu sana helal’ diyorum.İstemiyor.Nedenini soruyorum. ‘Don’t like’ diyor.Berbat İngilizcemin yettiği kadar,anlatıyor ve dinliyorum.Linn’in İngilizcesinin de pek iyi olmayışı,iletişimimizi daha sağlıklı bir hale getiriyor.İngilizcesi az iki insan,hangi milletten olursa olsun,rahatlıkla anlaşabilir.Yanından kaçmak için bahane aramayı unutuyorum,gerek kalmıyor.Arada Türkçe konuşmamı istiyor.Söylediğim şeyleri anlamıyor oluşuna rağmen,çok hoşuna gidiyor ve gülüyor.Garsona işaret edip ‘Hafız,şu masayı topla hele,bize iki de çay getir’ diyorum.Sadece bakıyor.Gelip topluyor. ‘Hadi kız kalk,çayı da başka yerde içeriz’ diyorum.Hesabı ödüyorum,kalkıyoruz.
Eiffel’e kadar birlikte yürüyoruz.O demir yığınına yaklaştıkça,yanımıza ellerindeki Eiffel heykelcikleriyle ‘Hola’ diye yaklaşan zenci satıcılarda sıklaşıyor.‘Yok oğlum I’m not spanish lan’ diyerek,‘mikrofonlardan kaçan ünlü şarkıcı’ gibi uzaklaşıyorum.Eiffel’i arkamıza alıp fotoğraf çektirmeyen tek insanlar biz oluyoruz.Ben yaklaşıp,yapımında kullanılan malzemeyi inceliyorum.Üzerinde ‘I (kalp) Norway’ yazan tişörtlü bir kız görüyorum.Linn’e ‘bak kız hemşerin,gel gidelim yanına’ anlamında işaretler yapıyorum.Gitmek istemiyor. ‘All right’ diyorum,Lacoste tişörtlü hafta sonu babalarını saymaya devam ediyoruz.30 tane saydığımızda kalkarız diye anlaşmıştık,20.yi de sayıp kalkıyoruz.
Linn’in tren istasyonunda olması gereken saat yaklaştıkça,vaktin geçmemesini istiyorum. ‘Oyalayayım da kaçırsın treni,kalırız bu gece burada beraber’ diye düşünüyorum,olmuyor.İnsan,birkaç saat önce ‘Manyak mı lan bu?’ diye düşündüğü biri için nasıl bunları ister.Oluyor işte.Son olarak Angel-A filmindeki meşhur Pont Alexandre III köprüsüne gidiyoruz.Filmdeki Danimarkalı Rie Rasmussen ve Linn arasındaki benzerlikler oldukça fazla.İkisi de birdenbire ortaya çıkıyor.Tek fark,aralarındaki 35 cmlik boy uzunluğu.Köprünün üzerinden sarı atletli,çok kısa şortlu bir adam koşarak geçiyor. ‘Salağa bak,hala koşuyor’ diyorum.Beni tanıyor,selam veriyor.Paris’te bir Fransız,geçerken bana selam veriyor.İlginç geliyor.
Saint-Lazare’a gitmek üzere metroya biniyoruz.Metro yolda kalmıyor,bomba ihbarı gelmiyor,elektrikler gitmiyor.Tam saatinde biz gidiyoruz.Tren garına girerken sarılıyoruz.Görüşeceğiz diyoruz.Gidiyor.Arkamı dönerek ilerliyorum. ‘Emre!’ diye bağırıyor.Dönüyorum. ‘Türküm lan ben,mal ! ’ diyor.Hızla trenine koşuyor. ‘Vay amına koyayım’ diyorum…
5 ay sonra…
İstanbul.
Masanın altından dövmeli bir ayak bileği görüyorum.Kafamı kaldırıyorum.Burası bir tax free bürosu.O’nu görüyorum.Tanımamazlıktan geliyorum.İlerliyorum.Geri dönüyorum.Yaklaşıp bir miktar tax free faturamın olduğunu söylüyorum.Tarihini soruyor. Söylüyorum.İşe yaramayacağını söylüyor.‘Rulo yapayım yani o faturaları’ diyorum.Gülüyor.Hep gülüyor…